Bir şirket yöneticisi olarak bu soruyu kendime sıkça soruyorum. Sürdürülebilirlik eğer yarını düşünmekse, kendi çıkarını değil bütün sistemin çıkarını gözetmekse, uzun vadeli planlar yapıp o planları bugünkü yaşantımız ile şekillendirmekse, attığımız her adımda sosyal ve çevresel etkiyi dikkate almaksa, acaba bu yaklaşımın başlangıç noktası neresi olmalı?
Bu soruyu sorarken girişimciliği de göz ardı etmemeye çalışıyorum. Çünkü girişimcilikte en başta bir fikir var, sonra da bir dönüştürme çabası… Ama fikir ile başlayıp bir dönüşüm yaratabilmek ancak bir aksiyonla gerçekleşebilir. Hareket olmadan bu mümkün değil. Tabi eğer bu aksiyonu sürdürülebilirlik çerçevesi içinde ele almak gibi bir amacımız varsa dönüşümün de sosyal ve çevresel bir fayda yaratması gerekir.
Dedem küçükken bana hep tembih ederdi;
“İzel bir söz söylediğin, bir harekette bulunduğun zaman mutlaka bir etki yaratırsın. Ama bu sözü ya da hareketi karşında olan insanın ne hissedeceğini, nasıl tepki vereceğini düşünmeden asla söyleme ve yapma. Önce düşün…”
Tabi o yaşlarda bunun tanımının “empati” olduğunu bilmiyordum. Ama empatiyi sadece insanlarla mı kurmalıyız? Etkileşimimizin tek sınırı karşımızdaki insan mı?
İnsan olarak empatiyi kısmen de olsa başka insanlar için kurmayı becerebiliyoruz ama acaba aynı empati becerisini etkileşimde bulunduğumuz başka varlıklarla kurabiliyor muyuz?
James Lovelock tarafından 70’li yıllarda ortaya atılan Gaia Teoremi’ne göre dünyada yaşayan tüm varlıklar bir etkileşim içinde yaşamaktadır. Teoreme göre, her biri vazgeçilmez olan bu varlıkların birlikteliği tek bir bütünsellik içinde, yaşamın yerkürede yayıldığı alan olan biyosferi oluşturuyor. Peki, tüm varlıkların merkezinde yer aldığı yanılsamasıyla, tüketim sarmalı içinde yaşayan insanoğlu herhangi bir davranışını göstermeden önce bir an olsun düşünüp bu davranışının diğer varlıklar üzerindeki sonuçlarını aklına getirebiliyor mu?
Sanırım büyüme sevdamızın sonucunda her şeyden çok daha fazla üretildiği için biz de her şeyin hep daha fazlasını kullanmaya hakkımız bulunduğu gibi bir algıya sahibiz. Nasıl olsa çok var. Ya da nasıl olsa ben tüketmesem de başkası tüketecek gibi sözlerle kendimizi avutmaya ve gerçeğin üzerimize yıktığı sorumluluktan kaçmaya çalışıyoruz. Oysaki tükettiğimiz varlıkların aynı yukarıda bahsettiğim teoremde olduğu gibi, bizim etkileşim alanımız içinde yer alan vazgeçilmez bir parçamız olduğunu düşündüğümüzde acaba yine aynı tüketim eğilimini gösterecek miyiz? Gereksiz yere kullandığımız elektrik, keyfimiz için harcadığımız su, tabağımızda bıraktığımız yemek, elimizi kurularken rulodan 3-5 tane fazla çektiğimiz kâğıt havlu, toplu taşıma yerine tek başımıza kullandığımız aracın atmosfere saldığı fazla karbon… Bunların hepsi normal yaşantımız içinde genelde umursamadığımız ve tabiri caizse dışsallaştırdığımızkonular. Ama pekâlâ hepsi etkileşim alanımız içinde… Bu konuları sürdürülebilirlik döngüsü içinde dikkate aldığımızda aslında kendimizi de tükettiğimizin farkında mıyız?
Son 50-60 yıl içindeki üretim ve tüketimin hızı bizi de gereğinden az düşündürerek empatiyi bir kenara bırakıp bazı çözümleri içimizde değil dışımızda aramaya alıştırmış durumda… Yukarıdaki vermiş olduğum örneklerden yola çıkarsak; Enerji açığımız mı var? Daha fazla enerji üretelim. Cep telefonumuz mu eskidi? Yenisini alalım. Yollar yetmiyor mu? Yeni yollar, yeni viyadükler, köprüler yapalım. Suyumuz mu azaldı? Başka yerden getirtelim. Kârlılığımız mı azaldı? Daha fazla büyüyelim
Alışkanlıklarımız bizi öylesine köreltmiş ki, sanki uzun vadeli düşünmeyi bırakın, burnumuzun ucundakini görmeye kimsenin vakti yok. Sorun şu, hep daha fazlasına odaklanırken problemin asıl kaynağının ne olduğunu atlıyoruz. Niye enerji açığımız var? Niye sular yetmiyor? Umarsızca, dışsallaştırdığımız etkileri düşünmeden büyüdüğümüz için mi? Yoksa enerjiyi, suyu verimli kullanmadığımız için mi? Acaba ikisi birden mi? İkisi birdense, büyümenin bundaki payı nedir ve verimli olamamanın etkisi nedir?
İşte bu soruların tamamı aksiyon olarak beni tek bir noktaya yönlendiriyor. Bu sihirli kelime de aslında çok yakınımızda olan ama yıllar içinde tüketimin hızı ve boyutuyla kenara ötelediğimiz “tasarruf”. Bence sürdürülebilirlik kesinlikle tasarruf bilinciyle başlıyor. Tasarruf bilincinin temelinde yatan ise etrafımızda bol gördüğümüz birçok şeye kaynaklarımızı aslında daha hızlı tüketerek ulaştığımız gerçeği. Ne yazık ki tükettiklerimize yerküre, hava ve kendimiz de dâhiliz.
Peki şirketimizde tasarrufu düşünce boyutundan aksiyona taşımak için ne yapıyoruz?
İlk olarak “sürdürülebilir büyüme” sözünü kullanmak yerine “sürdürülebilir kalkınma” sözünü merkeze aldık. Çünkü sürdürülebilir kalkınma uzun vadeli planlamayı gerektiriyor. Bunu yaparken, rakiplerimiz dahil tüm paydaşlarımızın çıkarını gözeterek hareket etmemiz, içinde yer aldığımız ekosistemin geleceğini düşünmemiz şart. Attığımız her adımda ise sosyal ve çevresel etkimizi dikkate almaya çalışıyoruz. Tabi bunlar yaklaşımımızın felsefi boyutu ama herkesin inanması ve varacağımız kalkınma hedefinde vazgeçilmez bir rolü olduğunu hissetmesi gerekiyor. Bu rolü de tanımlarken etrafımızdaki tüm varlıklarla aramızda etkileşim çemberleri olduğunu hayal ediyorum. Bu etkileşim çemberlerinin ilki kolumuzun uzandığı yarıçapa sahip. Bu çemberin içinde neler olabilir? Bilgisayarımız, cep telefonumuz, kalemlerimiz, defterimiz vb. Bunları nasıl kullandığımıza bakıyorum. Basit örneklerle, bilgisayarın cep telefonunun kullanma modlarından, hafıza yüklemelerine kadar tasarruflu kullanıyor muyuz? Etrafımızdaki kalem ve kağıtlar için aynı durum geçerli mi?
Çember genişleyince belki bu sefer elektrik butonuna, pencerenin koluna, ya da odamızda bulunan bir bitkiye ulaşıyoruz. Daha da genişleyince iş arkadaşlarımız etkileşime dahil oluyor. Bu sefer hep birlikte nasıl bir etkileşim oluşturduğumuza, nasıl bir dönüşüm yaratabildiğimize bakıyoruz. Tasarruf boyutumuza zaman da dahil. Acaba paylaşım yoluyla birbirimizin zaman tasarrufuna katkıda bulunabiliyor muyuz? Programı daha az yoğun olan bir çalışanımız ile daha yoğun olan arasında bir denge sağlayabiliyor muyuz? Unutmayın burada hedef kendi çıkarımız değil, bütün sistemin çıkarı ve bu noktada paylaşım ve yardımlaşma çok önemli…
Etkileşim çemberlerini şirket, sektör, ülke bazında genişletmek mümkün. Burada kritik olan etkileşimi en yakın olduğumuz ve en ulaşılabilir, en rahat dönüştürülebilir somut noktadan başlatmak. Her varlık ile etkileşim içinde olduğumuzu hissetmek. Sebep sonuç ilişkisini kurarak herhangi bir hareketimizin etkileşim alanındaki varlığa olumlu olumsuz sonucunu düşünmek.Sonra da çemberlerinin suya atılan bir taş misali genişlediğini, kaynağını Afrika’da “ben ben olduğum için sen sensin” sloganından alan “ubuntu” da olduğu gibi izlemek…
Kaynak: www.hbrturkiye.com
Yorum yok